TMO Genel Müdürü İsmail Kemaloğlu
“Bizim işimiz Merkez Bankası’nın para piyasasında oynadığı rolü emtia piyasasında, özelde tahıl piyasasında oynamak. Biz piyasa düzenleyiciyiz.”
Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) genç genel müdürü İsmail Kemaloğlu, 2005 yılından bu yana Ofis’in başında bulunuyor. Sıcakkanlı, konuşkan ve konusuna hâkim biri… Uzun uzadıya sohbet ediyoruz odasında, her sorumuza aynı içtenlikle cevap veriyor.
TMO’nun uzun vadede ithalatçı olmaması gerektiğini, bunun özel sektör dinamizmini yok ettiğini düşünüyor. Bu konudaki önerisini ve olması gerekenleri de hemen sıralıyor; “Siz kuralı koyarsınız. Türkiye’nin ihtiyacı varsa kapılarının açılmasını sağlarsınız, vergi oranlarını ona göre ayarlatırsınız; fazlalığı varsa önlemler alırsınız. Ama altyapının da ona uygun hale gelmesi gerekiyor. Piyasada yeterince depolar olmalı; borsalar işleyebilmeli; çiftçinin artık borsa kültürü, makbuz senedi kültürü yerleşebilmeli; çiftçi mağdur olmamalı süreçten. Onun için “depoculuk” diyoruz. O yapıyı tamamladıkça, biz kendi mecramıza çekileceğiz.”
Ekmek israfıyla ilgili yaptırdıkları yeni araştırmalarını da soruyoruz. Çok çarpıcı bir israf tablosu var karşımızda, bu araştırmayı yaptırmaktaki amacınız neydi? “Bu Türk insanına gösterilen bir fotoğraftı” diyor. “İşte bakın, biz günde 123 milyon ekmek üretiyoruz, %5’i israf ediliyor. Bu 450 bin ton buğday demek. Her yıl bu kadar buğdayı çöpe atıyoruz. Şimdi küçük filmler hazırlıyoruz; ulusal, yerel kanallarda yayınlanacak. Afişlerimiz olacak değişik yerlerde. Değişik etkinliklerle Türk insanının duyarlılığını taze tutmak istiyoruz.” sözleriyle de sosyal sorumluluk olarak başladıkları araştırmayı geliştirerek “bilinçlendirme kampanyasına” dönüştüreceklerini vurguluyor.
İşte, eğrisiyle-doğrusuyla TMO ve sıkıntılı zamanların eleştirilere maruz kalan Genel Müdürü…Sizler için sorduk, TMO Genel Müdürü İsmail Kemaloğlu anlattı.
Ofisin yaptığı işlerden başlayalım isterseniz…
Normalde baktığınızda kendi halinde bir kurum gibi görünebilir, ama son derece hareketlidir Ofis. Çünkü bu bir piyasa takip işidir. Dünyayı, Türkiye’yi; hele hele iç piyasa kısmını çok iyi takip ediyor olmanız lazım. Türkiye’de ekilebilen alanın yarıya yakını tahıldan oluşuyor. 3 milyon civarında bir çiftçi kitlesi var. Ekmek, un, bisküvi, yem; bütün sektörleriyle birlikte 20 milyon küsur insanın iştigal alanı. Hele bir de tüketim açısından baktığınızda, 70 milyon insanı ilgilendiren bir sorumluluğa sahip, Türk tarımı için çok stratejik bir konumda TMO. “Ofis çiftçinin kara gün dostudur” diye başlamış hikâye, biz onu “Ofis çiftçinin dostudur” diye biraz daha genelleştirdik. Aslında Türk çiftçisinin aileden biri gibi gördüğü bir yapı Ofis… Belli yaşın üzerindeki insanların Ofisle ilgili çok ilginç anıları vardır. Çünkü Anadolu’da göze batan ilk yapılar, siluetler Ofis silolarıdır. Kimileri onu pile benzetmiş. “Bırakın buğdayı, evimizin elektriği Ofisin silolarından geliyor zannediyordum!” diyor bir tanesi. Bu çok hoş… “Bizim ihtiyacımızın hepsini Ofis siloları karşılıyordu” gibi düşünüyor. Bu manada, 1938’den bugüne Ofis, Türk çiftçisiyle çok farklı bir ilişki kurmuş. Çiftçi dostu olmak yanlış da anlaşılabiliyor. Zannediliyor ki, bir tek çiftçi. Sanayisi olmayan tarımın sürdürülmesi mümkün değildir. Tarımın olmazsa olmazı tarımsal sanayidir. Onun için TMO’nun çok önemli bir paydaşı da sanayicidir.
Bizim işimiz aslında Merkez Bankası’nın para piyasasında oynadığı rolü emtia piyasasında, özelde tahıl piyasasında oynamak. Biz piyasa düzenleyiciyiz. Piyasa düzenlemek kolay bir iş değil. Bunun içinde spekülasyonlar vardır, manipülasyonlar vardır, çok hızlı hareketler vardır.
2009 itibarıyla TMO’nun, ortak piyasa düzeninde “Tarım Piyasası Ödeme Ajansı” dediğimiz yeni yapıya kavuşması söz konusu. Hükümetimiz bunu AB Eylem Planı’nda deklare etti. TMO bir piyasa düzenleme kurumu ve bu piyasayı patron gibi yönetmeli.
Bu manada, TMO’nun hem Türkiye hububat ve bakliyat ticaretindeki hem de dünyadaki yeri ve ağırlığı nedir?
Uluslararası arenada Türk tarımını tahıl özelinde TMO temsil ediyor. Uluslararası Hububat Konseylerinin Türkiye adına üyesiyiz. Orada, bu piyasadaki üstünlüklerimizi anlatıyoruz. TOBB ve Un Sanayicileri Federasyonu ile birlikte, her yıl uluslararası toplantılar düzenleyerek yabancıları biraz daha Türk tarımına ve tarım ticaretine daha fazla çekmeye çalışıyoruz. Ülkemizi tarımsal güç anlamında daha ileriye götürebilmek için Kanadalı, Avustralyalı, Amerikalı üreticilerin dev organizasyonlarıyla işbirliği yollarını arıyoruz. Lisanslı depoculuk dediğimiz tarımsal altyapının oturmasına yönelik olarak uluslararası fonları, dünya ölçeğinde depoculuk hizmeti veren şirketleri Türkiye’ye çekmeye; Türk tahılının kalitesini, verimini artırmaya dönük, Ar-Ge gibi, çok yönlü ilişkiler ağı kurmaya çalışıyoruz.
Dünyada 2,4 milyar ton gibi bir tahıl üretimi var. Yaklaşık 800 milyar dolar bir değer. Toplamda baktığınızda 280 milyon ton gibi de uluslararası ticarete konu oluyor. 115 milyar dolar gibi bir değer. Bu tahıl ticaretinin önemli bir kısmı bizim etrafımızda dönüyor. 2004 Aralığında, o zamanki bakanımız Sami Güçlü’ye “Uluslararası tahıl piyasasının geleceği” anlamında bir sunum yapmıştık. O günkü saptamalarımızdan birkaçı şuydu: Hindistan, Çin gibi ülkelerin tüketim talebi dünya tahıl piyasalarında, fiyat ve piyasa hareketi olarak çok ciddi bir etki yapacak. Ve Karadeniz ülkeleri, özellikle bizim havzada, dünya tahıl ticaretinde belirleyici olacak. Her ikisi de gerçekleşiyor. Özellikle petrol fiyatlarındaki ciddi artışla Amerika, Avustralya, Kanada gibi uzak ülkeler nakliyede dezavantajlı duruma geçiyor. Karadeniz ülkeleri hem nakliyeden kazandı hem de teknoloji girdi topraklarına, bilgi girdi. Dolayısıyla Ukrayna, Rusya, Kazakistan gibi ülkelerde üretim potansiyeli katlandı. Burada yaklaşık 35 milyon tonluk ihracat potansiyeli var. Bu, 10–12 milyar dolarlık bir ticari değer demek. Öbür taraftan Ortadoğu ve Afrika ülkelerine baktığınızda, yaklaşık 55–60 milyon tonluk ithalat potansiyeli ve 20 milyar dolar bir ticari değer var. Türkiye ise tahıl piyasasının geçiş noktasında, doğal bir üs. Türkiye bunu daha iyi nasıl kullanabilir? Bizim derdimiz bu.
Türkiye üretip, tahılda ihracatçı olabilir ama bugünün şartlarında, kendi ürettiğiyle ihracat yapma şansı çok yüksek görünmüyor. Çünkü üretim maliyetimiz dünya fiyatlarının üzerinde. Ama bizim dinamik bir sanayicimiz var. Tahılın işlenmiş ürün grubunda; un, bisküvi, makarnada dünyada ilk üçtedir. Bu çok önemli…
Konuşmanızın içinde de geçti: Lisanslı depoculuk. Mevzuat hazır ama işlerlik kazanmadı. Sebebi çok net: Özel sektör bunu bugün için ekonomik bulmuyor. Biz lisanslı depoları neden çok önemsiyoruz? Çünkü bu, tarımın fonlanması demek. Şu anda Türkiye’de hasadın %60 küsuru bitti fakat piyasaya çıkan ürün, üretilenin çok altında… Aslında bu yastık altındaki altın gibi, fiiliyatta ekonomik değeri olmayan bir şey. Biz, Umumi Mağazacılık Kanunu kapsamında 93’ten beri depolarımızdaki ürün karşılığı makbuz senedi ihraç ediyoruz ve Hazinenin borçlanmasından daha cazip borçlanıyoruz. Bir yerde “kayıt” demek lisanslı depoculuk; ne kadar üretim var, ne kadar mal var görebilmen demek. Köylünün evinde veya deposunda stokladığı ürünü tam olarak bilebilmen mümkün değil.
Özel sektörün bu işe girmemesinde kısmen TMO’nun da sorumluluğu var. Çünkü biz çiftçiye bedava depo veriyoruz. Bizim karşımızda normal piyasada rakip olup para kazanma imkânı zayıf. O zaman hem kendi adımıza hem piyasa adına düşünüp formül geliştirdik. TMO özel sektöre diyor ki: “Benim belirlediğim yerlerde, belirlediğim standartlarda depoları yap; 10 yıl kiran benden garanti, kirayı da sen belirle.” Buğdayda 2 milyon ton, fındıkta 150 bin tonla harekete geçtik. Şimdi fındıkta 150 bin ton kapasiteli depoları teslim alıyoruz. Buğdayda 160 bin ton kapasiteli ihale yaptık. Böylece piyasa altyapısı kuruluyor.
Çekilirken ofis nasıl bir stok tutmayı düşünüyor ve bunun kriterleri ne olacak?
Biz düne kadar, “Devletin fazla stok yapmasına gerek yok. Çünkü bu maliyet demek sonuçta, hazineye bir yük demek… Kapıları açarsınız, dünyanın her yerinden yeterince ürünü getirirsiniz” diye düşünüyorduk. Ama geçen yıl yaşananlar bunun her zaman böyle olamayacağını gösterdi. Satıcılar kapılarını kapattı. Anladık ki; olağanüstü dönemler için bir miktar stok uyutulmalı, yok sayılmalı.
Buğdayda piyasa dengeleri için ortalama 1 milyon ton gibi bir hesap yaptık. Arpa, mısır gibi ürünler birbiri ile ikame edilen ürünler, onlarda ihtiyacı karşılayabilme imkânı daha esnek. Çeltikte zaten ithalatçıyız. Bir miktar ona ilişkin pozisyon aldık, 31 bin ton pirinç ithal ettik. Yaşanan 1–2 aylık süreç bize göre gerçekten suni çünkü içeride mal vardı. Piyasanın bu kadar altüst edilmesi çok anlamlı değildi. Bugün gelinen noktada piyasalar kilitlendi. Sanayiciler “malımızı satamıyoruz” diye ağlıyor; insanlar pirinç tüketmiyor. Yani süreç herkese zarar verdi. Dolayısıyla herkes kendi adına dersini almalı.
TMO olarak biz de bu süreçte “Nasıl yeniden bir pozisyon alabiliriz?” diye düşündük. Bakliyatta hükümet bize görev verdi. TMO, mercimek ithal ediyor şu an.
Bazı ürünlerde yüksek fiyatlar halen devam ediyor. Fiyatlar konusundaki beklentiniz nedir? Ve piyasa düzenleyicisi olarak bu ithal yetkisini nasıl kullanacaksınız?
Altını çizerek söylüyorum: Geçen yılki fiyatlar suniydi. Amerikalıların hazırladığı bir rapor var: Ülkelerin kapıları kapatmasının dünya fiyatlarına %30 etki yaptığını söylüyor. Buğday fiyatlarının geçen yıl 400 dolar civarında olmasını bekliyorduk ama 500 küsur doları kimse ummuyordu. İhracatçı ülkelerin kapılarını kapatması, fonların çok hızlı emtia piyasasına girmesi korkunç bir sunilik yarattı. Bundan sonra ne olur? Gıda ve hammadde fiyatlarında çok ciddi bir düşüş olmayacağı düşünülüyor. Çünkü 6.600 küsur milyon dünya nüfusunun %37’si Çin ve Hindistan’da. Bu ülkelerin refah seviyesi ile birlikte talepleri de artıyor.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; evet, 1.800 bin ton gibi bir ithalat kotamız var. Zaman zaman deniyor ki: “TMO ucuz zamanda almıyor, pahalı zamanda alıyor.” Burada bir sürü dengeler var tabii. Bugün TMO 800 bin ton kotasının, diyelim 400 bin ton kotası için ithalata çıksa; piyasadaki fiyatlar 50–100 bin arasında gevşer. Ondan sonra üretici bağırmaya başlar, piyasada bir sürü serzeniş olur. Ofis onu hemen satmak için getirmiyor ama bu bir piyasa psikolojisidir. Biz, piyasanın böyle çok aktif işlediği dönemde ithalat kavramını kullanmak istemiyoruz.
Fakat 300 bin ton mısır ithal edildi ve “hasat arifesinde ithal edildi” diye çok eleştirildi.
Bir: Mısırı biz yeni ithal etmedik, bir kısmı yeni geliyor. İki: Şu an bir üretici mağduriyeti yok, çünkü üreticinin elinde mısır yok. Piyasanın da ihtiyacı var. Biraz önce söyledim: Arpa yok. TMO çok denklemli düşünür. Siz yem sektörüne ihtiyacı olan hammaddeyi bulduramazsanız buğdaya sarılır. Ekmek olacak buğday hayvan yemine gider. Yemci mısır alsın, buğdaycı buğday alsın.
Mısır’da TMO’nun tespit ettiği fiyat 480 bin lira. Dengeyi o kadar gözettik ki, sırf Çukurova çiftçisi mağdur olmasın diye Mersin’e mısır getirmedik. Derinceye getirdik. Derince’deki malın Orta Anadolu’ya çekilmesi için artı 30–40 bin lira nakliye gerekiyor. Adana’da malı olan da o havzada kalsın. Yani ayrıntı gibi görünen hesapları da yaptık. Bence o eleştiri gerçekten haksız bir eleştiri.
Biz aslında TMO olarak çok mal getirmeyi de istemedik. Baktık ki, 1,5–2 milyon ton gibi bir ithalata ihtiyaç var. Niye TMO bu kadar ithalat yükü alacak üzerine? Özel sektör getirsin. Onun için Kasım ayında vergiler %8’e çekildi, Şubat ayında sıfırlandı. Ama özel sektör bizden çok daha yavaş davrandı. Fiyatlar altüst oluyor, yükseliyor, iniyor; dediler ki: Düşecek bu. Onun için pozisyon almadılar. Yük TMO’da kaldı ve üst üste ihale yapmak zorunda kaldık.
Şunu kabul etmek lazım: Olağanüstü bir dönem yaşandı. Amerika’nın elçisi, “Bilenlerin bilgisinin işe yaramadığı bir yıl geçirdik.” dedi. Yoksa biz de dünyayı takip ediyoruz, raporları haftalık olarak arkadaşlarımızla yorumluyoruz. Ama bizim çok rahat hareket etmemizi engelleyen piyasa dinamikleri var. Bir tarafta maliyeti; gübresi, mazotu, girdileri artmış çiftçi kitlesi var. Bu insanlar toprağa küstüğü zaman, yarın kim girecek toprağa? “Ekonomik değeri yok, para getirmiyor” diye gençler zaten tarımla uğraşmıyor. Allah’tan bu çiftçi her şeye rağmen devam ediyor üretime. Onun için çiftçi bizde daima ağır basar, bu böyledir.
Genel olarak Türk tarımında sorun olduğu anlaşılıyor.
Bir cümleyle özetliyoruz biz onu: Bilgi ve sermayenin toprakla buluşamaması. Bilgiyi sunanlarda sorun olmuş. Tarımı masadan yönetmeye çalışmışız. Mühendis olan; elinde, beyninde, dosyasında bilgiyi taşıyan kitle çiftçinin, toprağın ayağına gitmemiş. Bilgiyi talep etmesi gereken çiftçide de sorun var. Arazi yapısı, ölçeği bilgi talebine imkân vermiyor. Diyor ki: “5 dönüm yerde, 100 dekar yerde bilgili olsam ne kazanacağım?” Ayrıca toplumun en eğitimsiz kesimi, toplumun en fakir kesimi…
Sonra, sanayide sorun var. Bu ülkenin sermayedarları tarıma hep ikinci, üçüncü ticaret alanı olarak bakmışlar. Para kazanılacak alan değildir, diye bilinçaltında böyle bir şey var.
Sulama. Biz onu yine bir sloganla öne çıkardık: “Su toprak için candır, buğday topraktan çıkan canandır”. Diyarbakır’a gidiyoruz; orada Atatürk Barajı var, GAP var; 50 km ötede kuraklık var. Biz “Güneydoğu’da kuraklık oldu, hasat alamadık!” diyoruz. Sermaye toprağa ulaşamamış. Bunun izahı yok! Bu memleketi suyla buluşturacaksın.
Türk tarımının sorunları çok tabii…TMO’nun müdahalesi, 1938’ den bugüne, Türk hububatını en azından üretim potansiyeli olarak belli bir yere getirmiş; artıları var. Eksileri de var: Rehavet yaratıyor. Bugün biz ısrarla “borsa” diyoruz, “piyasa” diyoruz, “çiftçi sanayiciyle buluşsun, alternatif fiyatları görsün” diyoruz kaliteye yönelsin anlamında. Bu manada, tarımın hangi alanına bakarsanız bakın bu tanıma uygun sorun görürsünüz.
Sorun, Türk tarımını bir işletmecilik, bir sanayicilik mantığıyla ekonomik bir faaliyet olarak yürütüp yürütememe meselesi. Avustralya’da ortalama 3000 hektarda üretim yapan bir çiftçiyle sen 5,5–6 hektarda rekabet edeceksin bu maliyetlerle! Böyle bir sistem yok dünyada.
Hasadın yarısını geçtik. Ve hâlâ hububatta bir alım fiyatı açıklamadınız.
Evet, TMO olarak fiyat açıklamadık. Ziraat odaları, sivil toplum örgütleri açıklama yapıyor “TMO müdahale etsin” diye ama bazen müdahale olumsuz etkidir. Üretici, bizim öngördüğümüz makul bir seviyede ürününü pazarlıyor. Alan memnun, satan memnun; fiyatlar iyi gidiyor. İşler yolunda gitmiyorsa müdahale edersiniz.
Müdahale fiyatı tatmin aracı değildir, bir eşiktir. Belli bir fiyatın altına düşmesine devlet fiili olarak alıma girerek müsaade etmez. Siz çiftçiye prim verin, telafi edici ödeme verin; onun piyasada bozucu bir etkisi yoktur. Ama müdahale fiyatı ile tatmin etmeye kalktığınız zaman, sanayiciye darbe vuruyorsunuz. Sonra tüketiciye yansıtıyorsunuz. Dünyadan kopuyorsunuz. TMO, piyasanın ihtiyacı olan bir mala “ben alacağım” diye fiyat artırmaya başlarsa; düzenleyici değil, spekülatör olur. Siz sanayiciye diyorsunuz ki: “Un ihraç et, bisküvi ihraç et”. O zaman rakibi firmanın elde ettiği fiyattan hammadde sağlamanız gerekiyor. Dünya fiyatları artış eğilimi gösterirken bu fırsattır dengeleme anlamında. Altını çizerek söylüyorum: Üreticiyi mağdur edin demek değil bu. Piyasa işleyişi ayrı bir şeydir, çiftçi tatmini ayrı bir şeydir.
İki yıldır mısırda müdahale etmedik, bu kültür oluştu. Üretici kesinlikle açıklamadığımız ama öngördüğümüz müdahale fiyatının çok üzerinde sattı. Arpaya fiyat açıklamıyoruz. Neden? Daha iyi bir fiyata sattığı için. Buğdayı takip ediyoruz, çiftçinin ürününü daha iyi bir fiyata sattığını düşündüğümüz için henüz fiyat açıklamadık.