Genel seçimler öncesinde hemen hemen tüm partiler söylemlerinde ekonomik argümanları bir şekilde kullandılar ve iletişimlerini ekonomik vaatler üzerinden yürüttüler. Gelinen noktada, birçok konuda olduğu gibi ekonomik vaatlerde de açık ara önde giden AK Parti tek başına iktidar koltuğuna oturdu. Dün yapılan TBMM Meclis Başkanlığı seçimi, AK Parti hükümetinin kurulması ve icraatlarının başlaması noktasında önemli bir adımın daha geride bırakılması anlamına geliyor. Bir başka deyişle, artık ekonomi ajandasını işletmeye başlaması için geri sayımın başladığını söyleyebiliriz. O nedenle AK Parti’nin ekonomi ajandası tüm işveren kesimleri açısından büyük önem taşıyor.
Konu gıda ve içecek sektörü olduğunda, siyasi otoritenin genel ekonomik vaatlerini bir kenara bırakıp konuya sadece “asgari ücret” açısından bakmakta özellikle şu sıralar fayda olduğu kanaatindeyim. Zira özellikle neredeyse %90’a yakını KOBİ niteliğindeki işletmelerden oluşan gıda ve içecek sektörü açısından asgari ücretin ne olacağı hayati konuların arasında.
İşveren temsilcileri geride bıraktığımız günlerde “asgari ücret” artışı konusunda hem temkinli hem de endişeli yaklaşımlarını ortaya koydular aslında. Artışın genel maliyetinin 20 -25 milyar TL arasında olacağı öngörüler arasında. Dile getirilen kaygıların bence en önemlisi de “çok sayıda işten çıkarma”nın olabileceği.
Özellikle küçük ölçekli üreticiler açısından konuyu değerlendirebilmek adına 15 çalışanı olan bir işletme üzerinden gidebiliriz. Örneğin; bu işletmede 5 kişi asgari ücretle yani net 1.000 TL, 5 kişi 1.100 TL, 5 kişi de 1.200 TL maaşla çalışıyor. Asgari ücret artışı beraberinde diğer çalışanların da maaşlarına artış yapılmasını zorunlu kılacaktır.
Bu durumda;
Asgari ücretle çalışanların maliyeti 5.000 TL’den 6.500 TL’ye,
1.100 TL ile çalışanların maliyeti (artış oranı %25) 5.500 TL’den 6.875’TL ye,
1.200 TL ile çalışanların maliyeti (artış oranı %20) 6.000 TL’den 7.200’TL ye çıkacaktır.
Yani işletmenin aylık personel gideri 16.500 TL’den 20.575 TL’ ye yükselecektir.
Yani yıllık bazda 48.900 TL’lik bir maliyet artışı söz konusudur ki bu rakam sadece net maaşlar üzerinden kabaca hesaplanmıştır. Yani işin içinde SGK, vergi ve diğer cari personel giderleri yoktur.
Ayrıca henüz fazlaca tartışmadığımız iki önemli kesimi de atlamamak gerekli. Ki bunlar mevcut işsizler ve kayıt dışı çalışanlar. İleriye dönük olarak buralarda da ciddi sorunların olabileceğini öngörmek gerekli.
Bu kadar ani bir artışı Türk ekonomisi kaldırabilir mi diye düşünmek gerek. Her şeyden önce bu maliyeti kaldıramayıp işçi çıkarma yoluna gidecek işletme sayısı işin ürkütücü tarafı. Zira bu beraberinde başka sosyal problemleri de getirecektir. Öte yandan işletmelerin artan maliyetlerine karşılık bu maliyetleri fiyatlarına arz etmesi söz konusu olacaktır. Bu da karşımıza enflasyon baskısını kaçınılmaz olarak çıkaracaktır. İhracat yapan -ki çoğu bu yolla ayakta duran işletmeleri düşündüğümüzde- maliyet artışlarını fiyatlarına hemen yansıtmaları söz konusu olamayacaktır. Zira bu, müşteri ve pazar kaybını beraberinde getirecektir. Dolayısıyla bu işletmeler bir şekilde ya zarar etmekle ya da kapanmakla karşı karşıya kalabilecektir. Giderek bu durum, Türkiye’nin toplam ihracatının azalması riskini de beraberinde getirecektir.
Özel sektör açısından baktığımızda böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. Ama işin bir de kamu tarafı var. Kamu kesiminde çalışanlar nasıl bir refleks sergileyecekler? Doğal olarak bu sorunun da cevabı bulunmalıdır.
Diğer taraftan, devletin ortaya çıkacak bu maliyet artışlarını karşılama noktasında istekli olmasının, ekonomi üzerinde ciddi bir baskı unsuru olacağını da göz ardı etmemek gerek. Örneğin; faiz gelirlerindeki gelir vergisi oranlarının 2’şer puan arttırılması durumunda bankalar mevduat faizlerini ve pek tabii ki kredi faizlerini arttırmak zorunda kalırlar. Bu da günün sonunda en çok ve özellikle büyüme söylemleri üzerine ciddi bir gölge düşürür.
Bu noktada, henüz fazlaca tartışılmayan ama mutlak surette karşımıza çıkacak olan bir diğer sorunu da belirtmek gerekli. O da SGK’nın olası bir büyük çaplı işten çıkarmalar karşısında yüklenmek zorunda kalacağı işsizlik sigortası ve sistemden çıkanlardan kaynaklanacak prim kaybıdır. Olası bu durum, sosyal güvenlik sistemimizdeki mevcut açığın daha da büyümesini beraberinde getirecektir. Üstelik bunun boyutunun ne olabileceği de bugünden öngörülüp hesaplanabilir gibi durmuyor.
Konuya bu açıdan baktığımızda geride bıraktığımız seçim dönemindeki ekonomik vaatlerin odağına rasyonel parametrelerden ziyade siyasi hedeflerin ağır bastığını söyleyebiliriz. Zira yukarıda yapmaya çalıştığımız çok basit bir hesaplama bile eldeki imkanların bu hedeflerle pek örtüşmediğini kabaca ortaya koymakta.
Maalesef politika zor bir konu… Ekonomi de öyle… Ekonomi politikası ise ikisinden de zor bir alan. Bu alan, iktisadi ve ekonomik verilerle siyasi hedefleri iyi entegre etmeyi gerektiriyor. Hem ekonomik hem de siyasi hedeflere ulaşmak ve bunları yaşama yansıtmak gerçekten kolay iş değil. Ancak hedefleri iyi entegre edemediğimizde, her gün “kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunun cevabını aramak zorunda kalacağımız da ortadadır. Böyle bir durumu yönetmek ise zordur; yeri gelmişken bunu da hatırlatmış olalım…