Uluslararası mali piyasalarda kredi kriziyle başlayan ve devamında da emtia piyasalarına doğal olarak sirayet eden küresel kriz, temel gıda ürünlerine de sıçradı. Tarım, beslenme odaklı bir sektör olduğu için tüm dünya nüfusu açısından büyük önem taşımaktadır. Tarım sektörü niteliği itibariyle ekonominin diğer sektörlerinden farklı bir yapıya sahiptir. Bu sebepledir ki, serbest piyasa ekonomisini benimsemiş ABD’de bile tarım piyasasına devlet müdahalesi 1930 yılından bu yana uygulanmaktadır. Bu politikaların bir sonucu olarak ABD bugün dünya tarım piyasasının yüzde 40’na yakın kısmına hâkim olmuştur.
Dünya Bankası verilerine göre; geçtiğimiz yıl buğday fiyatları yüzde 130, pirinç fiyatları yüzde 70’ten fazla yükselmiştir. Son dönemde dünyada artan gıda fiyatlarını salt olarak spekülasyona bağlamamak gerekiyor. Yukarıda belirttiğimiz etkiler uzun vadeli etkiler, kısa vadede ise fiyat artışlarını incelersek: 1- Özellikle Çin ve Hindistan’ın gelişen orta sınıfının tetiklediği talep artışı. 2- Küresel ısınmanın mevsimsel etkileri. 3- Yükselen petrol fiyatlarının etkisi ile alternatif olarak tarımsal ürünlerin biyoyakıt olarak kullanılması. IMF, son üç yılda dünya mısır talebindeki artışın en az yarısının ABD’deki biyoyakıt üretimi talebinden kaynaklandığını tahmin ediyor. 4- Kârını maksimize etme hırsında olan hedge fonların bu ürünler üzerine alım kontratları yazması. Tüm bu etkiler bir araya gelince son dönemde aşırı fiyat hareketleri yaşanmaya başladı.
Bu hareketlerin arka planları ve sonuçları itibariyle, makro ekonomik anlamda sayfalarca söz söylenebilir. Bu günlerde fiyat hareketlerine ve kıtlığa ait söylemlerde, yıllardır devam eden yapısal bir bozukluğa değinilmemesi biraz ilginç…
Yukarıdakiler olayın ekonomik boyutları, birde sosyo-ekonomik boyutları var. Yeryüzünde yıllardır devam eden bir kriz var ve bu krizin adı "Beslenme Krizi". Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF ve diğer uluslararası kuruluşların son dönemde yaptığı uyarılar adeta "tehlikenin farkında mısınız" şeklinde, dünya kamuoyunun gözüne sokulmaya çalışılıyor. Ülkelerin gelişmişlik düzeyine ve tarımsal faaliyetlerine göre gıda harcamalarının aile bütçesindeki oranı değişiyor. ABD’de bu oran yüzde 10, İngiltere’de yüzde 15, Türkiye’de yüzde 30, Bangladeş’te yüzde 56, Nijerya’da yüzde 72… İnsanların bir kısmı tehlikenin tam merkezinde oldukları için onlar adına değişen çok fazla bir şey olmayacak. Zaten beslenecek gıdaları yok ve açlıktan ölüyorlar, onlar için ne dünyadaki mali kriz önemli ne de başka krizler. Nasıl ki gelişmiş ülkelerde, yoksul ülkelerin açlıktan ölmeleri önemli değilse… Etiyopya’lı ya da başka fakir bir ülkenin vatandaşına "dünyada bir gıda krizi varmış" derseniz sizce nasıl bir cevap alırdınız. "Gıda krizi mi? Hadi canım sende"… diyecektir. Çünkü: Krizler muhataplarını ilgilendirirler.
En zengin 200 kişi dünya gelirinin yüzde 40’ına sahipken, en az 850 milyon kişi her gece aç uyuyor. Her gün beş yaşın altındaki onbinler sayısındaki çocuk açlıktan ya da açlıktan doğan önlenebilir hastalıklardan ölüyor. Açlıktan 25 binle 30 bin arasında insan bir gün içinde ölüyor (BM raporları öyle yazıyor). Aslında dünya aç değildir. İnsanların aç olduğu bazı bölgeler mevcuttur. Bugün için dünyanın toplam gıda üretimi tüm dünyaya yetecek düzeydedir. Gelişmiş ülkelerde; kişisel bakıma yapılan harcamalar, asrın hastalığı olan fazla yemeden kaynaklanan (obezite) kiloların yok edilmesi için yapılan harcamalar, evlerde beslenen evcil hayvanlar için yapılan harcamalar vs. vs… Bu aç insanları doyurmaya yetecek fon büyüklüğünden fazladır. Dünyadaki herkese yetecek kadar yiyecek sağlamanın ve temel sağlık hizmeti vermenin maliyeti 15 milyar dolar civarındadır.
Gelir dağılımındaki dengesizlik ve ekolojik yapıdaki tahribat bu hızla devam ederse insanların önümüzdeki yıllarda ne yiyeceğini bilemem ama; -birbirini yemesi olası gözükmektedir-.
Sizce suçlu–lar kim…?
Fevzi Öztürk-19 Nisan 2008 Yeni Şafak