Dr. Şeref Oğuz – Ekonomist / Yazar
Sanayileşmenin tarımı dışlamak olmadığını geç fark eden bir ulus olarak tarlaya bilgi ekmez isek, tarımda bilgi çağına ulaşmaz isek, başımız fena halde dertte olacak.
Dünya hiç bu kadar zengin ve aynı zamanda hiç bu kadar da yoksul olmadı… Bu tespit, Birleşmiş Milletler’in raporlarında yer alıyor. Küresel Kriz’in ardından nasıl bir dünyaya uyanacağımızı bilmesek de… Giderek zenginleşen fakat bir o kadar da yoksullaşan dünya, aynı anda mümkün mü? Tabii ki mümkün! Zenginliği kimin elinde tuttuğuna ve bu zenginliği nasıl yönettiğine bağlı bir öykü bu. Kaldı ki zenginlik yalnızca altın, dolar veya petrol değil. Su ve gıda, en temel belirleyici durumuna tırmandı bile.
Bu konuda Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) raporu ilginç tespitlerde buluyor. İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı da bundan yola çıkarak, enerji, üreme sağlığı dâhil, pek çok konuda eğitimin gereğini vurgulamış.
Birleşmiş Milletler, 1987’de 11 Temmuz’u, Dünya Nüfus Günü belirlerken ünlü ekonomist Malthus’un karamsar kehanetini hatırlatan pek çok göstergeyi, adeta gözümüze sokuyordu. Malthus, geometrik diziyle artan nüfusun (1, 2, 4, 8, 16, 32…), aritmetik diziyle artan (1, 2, 3, 4, 5…) gıda kaynakları yüzünden dünyanın başına bela olacağını savunmuştu. Gerçi şimdilik Malthus haklı çıkmadı ama bütünüyle de yanlış değildi. Zira her saniye 3 dünyalının aramıza katıldığı kürede, aşırı nüfusun getirdiği sosyal ve ekonomik yıkımları biliyoruz. 1960’ta 3 milyar olan toplam nüfus, 6 yıl öncesinde ikiye katlandı. Oysa dünya nüfusu 1 milyara ancak 19’uncu yüzyılın ortalarında ulaşabilmişti.
Şimdi Küresel Kriz var ve gıda fiyatlarında son 2 yıldır izlenen tırmanma var. Yakın geçmişte tanık olduğumuz ekmek isyanları, gıda fiyatlarındaki tırmanma ve küresel ısınmaya bağlansa dahi, sorun çok daha derinlerde yatıyor. Gıda fiyatlarındaki tırmanma ile başlayan ekmek isyanları, çok karanlık kehanetleri de gündeme getiriyor.
Mesela Strauss Kahn, gıda fiyatlarındaki artışın hükümetler devirip savaşlar doğuracağını savunuyor. Küresel ısınmanın tetiklediği söylenen ekmek eylemleri, adeta “unuttuklarımızı” hatırlatıyor; Tok, açın halinden anlamaz. Anlamayınca da aç, gelir, vurur alır! Tarihe baktığımızda benzer refleksi, ekmek ve su savaşı yüzünden kana bulanmış öykülerde görüyoruz.
Sahi, Dünya, hiç bu kadar zengin olmamıştı daha önce.

Yılda 42 trilyon dolar gelirin, 200 ülkeye dağılımı da böylesine kötü olmamıştı. Ancak bundan daha da kötü olanı, ülkelerdeki gelir dağılımının giderek facia boyutlarına varması. Üstelik bu sakat yapının şimdi açlık belasıyla tam bir muammaya dönmesi de işin ciddiyetini başka boyuta taşıyor. Zenginler, teknolojinin, paranın, silahın ve güvenlik güçlerinin yardımıyla bir bakıma “getto”larına sığınırken, üreten, çalışan ve kendi ifadeleriyle “sömürülen” halklar, bu parıltılı dünyadan pay istiyor.
Yoksulluk her ulusta var. Her ülkenin, açlarıyla bir şekilde başı dertte. Ancak yoksulluk, bazı sosyal araçlarla “patlamadan beride” tutulabiliyor.
Din, kadercilik, rıza, zekat, diğerkâmlık kültürü gibi araçlar, yoksulların patlama noktasına gelmesini ya önlüyor ya da geciktiriyor. Fakat yoksul insanı yalnızca aşından değil, kimliğinden de ediyorsanız, o patlama bir anda oluşabiliyor.
“Görmezden gelme, yok sayma, adam yerine koymama, aşağılama, hor görme, alay etme” gibi varsılların tutumundan kaynaklanan hastalıklar da devreye girince, küresel histeri başlayabiliyor, yangın, çevre ülkelere sıçrayabiliyor.
Açlık, cennet coğrafyamız sayesinde bize nispeten uzak bir kavram. Gıdamız da var iklimimiz de, suyumuz, verimli toprağımız da var. Tek eksiğimiz, daha akıllı tarım yapamamak. Neden acaba? Akıl açığımızdan kaynaklanmasın sakın…
Örneklere bakalım. Mesela besleyemeyince başımıza gelenleri irdeleyelim.
Besleyemeyince
Sanayileşeceğim diye tarımını ve hayvancılığını iptal edersen, ne olur? Olacağı şu; Sanayi ürünü ihraç edersin ve ihtiyaç duyduğun buğdayı ve eti dışarıdan alırsın.
Aslında akla yakın gibi görünüyor ama gerçek bu değil. Amerika bugün sanayileşmenin de ötesine geçmesine rağmen hâlâ dünyanın en büyük tarım ve hayvancılık ihracatçısıdır.
Türkiye’de hayvancılık, 1980’e dek gelişen bir sektör oldu. Fakat 24 Ocak kararlarıyla yeni tercihler, “tarımı” utanılası bir algıya taşıdığından, gerileme sürecine girildi ve bugün ülkemiz tam bir tarım bağımlısı durumuna geldi. Önce teşvikleri kaldırdık, derken hatalı özelleştirmelerle tarım KİT’lerini arsası mukabili elden çıkardık. Sonra da hayvancılığın can damarı meraları 44 milyondan 12 milyon hektara düşürdük.
Gelişmiş ülkelerde kaliteli kaba yem tüketim oranı hayvan yemi tüketiminin %90’ını oluştururken, ülkemizde bu oran %10 seviyesinde. Karma yemlerin yapısına giren hammaddede dışa bağımlılık %50’den fazla. Hayvancılıktaki girdi maliyetleri gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında 3-4 kat daha yüksek.
Girdi maliyetlerinin en önemli bölümünü (%70) yem fiyatları oluşturuyor. Bu ölçüde yüksek yem fiyatı ödeyerek hayvancılık yapan üreticinin, yurt dışından gelen sübvansiyonlu ya da kaçak etle rekabet etmesi zaten mümkün değil. Bu duruma bağlı olarak, 1983-2003 yılları arasında koyun varlığı 40 milyondan 25 milyona, sığır varlığı ise 13 milyondan 9 milyona kadar geriledi. 1986 yılından 1996 yılına kadar Türkiye’ye 2 milyon 117 bin baş kasaplık hayvan, kemiksiz ve karkas olmak üzere toplam 232 bin 326 ton kırmızı et ithal edildi. Bu gidişle10 yıl sonra 170 bin ton civarında bir et açığı oluşacak.
Kişi başına tüketim açısından bakıldığında, 1990 yılında kişi başına yılda 9 kg kırmızı et tüketilirken, bu rakam 2002’ye gelindiğinde 6 kg’a gerilemiş. Bu rakam AB ülkelerinde yıllık 22 kg. ABD’de ise yıllık 45.8 kg civarında. Bir kişinin tükettiği yıllık toplam et tüketimine bakıldığında, bu rakam AB ülkelerinde yılda 60-70 kg iken Türkiye’de 20 kg’ın da altında seyrediyor.
Son yıllarda et ithalatına karşı yüksek gümrük vergileri konulmuş ve hayvancılığı desteklemek amacıyla bazı önlemler alınmış. Ancak bunlar yetersiz kaldığından işe yaramamış.
Hayvancılıktaki gerileme süt üretimini de etkilemiş, 1995 yılında 10 milyon 601 bin ton olan toplam süt üretimi, 2003 yılında 8.5 milyon ton civarına düşmüş. Bunun yanı sıra kaçak kesim ve hayvan kaçakçılığı hâlâ had safhada seyrediyor. Kaçak hayvan girişi, ekonomiye ve hayvancılığa verdiği zararın dışında, insan ve hayvan sağlığı açısından da büyük bir risk oluşturuyor.
Sık sık rastlanan şap, şarbon, tüberküloz, bruselloz gibi hastalıklar hayvan ve insan sağlığını tehdit ediyor. Bunun yanı sıra, “çağın vebası” olarak tanımlanan ve hemen tüm Avrupa ülkelerinde görülen “Deli Dana” hastalığının ülkemize sirayet etmemesi açısından da kaçak et sorununun halledilmesi önem taşıyor.
Rekabet etmeye çalıştığımız Avrupa ülkelerinde işletme başına ortalama hayvan sayısı 44 iken Türkiye’de işletmelerin %80’i, 1-4 arasında hayvana sahip. Avrupa Birliği işletmeleri gelişmiş teknoloji ile donanmışken, Türkiye’de işletmelerin %90’ı geri ve donanımsız durumda. DTÖ’nün dayatmasıyla gümrük duvarlarının indirilmesi AB ile olan ilişkilerimizde de olumsuz bir durum yaratacak. Bu durumda, yeterli koruma ve teşvik sağlamada zorlanılırken, ileride muhtemel bir AB üyeliği halinde avantaj sağlamak yerine zarar verecek gibi görünüyor. Başka örneklere buyrun…
Sütü dökmek üzerine
Mesala süt… Üretimde bir sıkıntımız yok ama ürettiğimizi pazarlayamıyoruz… Bu sözler, Fransa’dan getirdiği 1.5 milyon YTL’yi Beyşehir’de mandıraya gömen bir gurbetçi girişimcimiz, Nazım Aknarçay’ın sözleri…
Aslında bu bir feryad… Ürettiği sütleri önce bedava dağıtan ve bununla da başedemeyince toprağa dökmek zorunda kalan bir girişimcinin feryadı; Üretimde bir sıkıntımız yok ama ürettiğimizi pazarlayamıyoruz… Üstelik bu feryad, Girişimci Nazım beye has değil. Bugün pek çok KOBİ, benzer feryad içinde. Sorunlar şaşırtıcı biçimde ortak; “Üretim tamam ama satamıyoruz.”
Türkiye, sanayileşme ve pazar ekonomisinde her ne kadar dünyanın 15. büyük ekonomisini temsil etse de kendinden ilerideki ülkelerin yapmaya çalıştığını, faz farkıyla gerçekleştirme gayreti yüzünden, üretiminden, potansiyelinden yeterince yararlanamıyor. Geçtiğimiz son 6 ay içinde özel sektörün yaptığı yatırım hamlelerini hatırlıyorum. Anadolu’nun pek çok kentinde, yüzlerce yeni fabrika (üretim) temeli peş peşe atılıverdi. Hatta Başbakan, bir ilde 200’den fazla yatırımın temelini aynı törenle atmak zorunda kalmıştı.
Eski ezberindekiler, bu yatırım hamlelerinin Türkiye’nin artık şaha kalktığının yanılgısız işareti olarak değerlendirdi. O yatırım hamlesinin coşkulu törenlerine bakarken de aynı şeyin altını çiziyordum; “Acaba bu ürettiklerimizi, kime, hangi fiyatla ve nasıl satacağız?” Hele ki küresel krizin herkesin sipariş verirken kılı kırk yardığı ortamda, bu soru daha fazla önem kazanıyor.
Gıdada daha yüksek katma değerli üretime geçildiği dünyada, AB ve ABD’nin tarım sübvansiyonlarını farketmeden, çiftçiyi “kurtulmak gereken sektör” olarak niteleyen bakış açısıyla yeni gıda yatırımı yapmak ne kadar anlamlı? Kimya, makine, toprak ürünleri, elektronik… Bu alanlarda dünya örnekleri elimizde iken, daha yüksek kâr marjına geçen yabancıları bildiğimiz halde, arkaik kalmış üretim modelleriyle yeni fabrika temelleri atmak, ne derece doğru?
GAP’ı hatırlıyorum. Temellerini atarken de kurdelasını keserken de övündüğümüz tek şey; “Türkiye, üretimini beşe katlayacak” idi. Peki ne oldu? Üretimi 5’e katlayamadığımız gibi satamayıp çürüttüğümüzü beşe katlayıverdik. Tıpkı gurbetçi girişimci Nazım beyin, ürettiği sütü satamayıp toprağa dökmesi gibi.
Ekonominin yeni değer zincirine baktığımızda, tedarikçiden müşteriye uzanan bu zincirdeki toplam 100 birim kazancın neredeyse yüzde 80’inin “pazarlama” halkalarında oluştuğunu görüyoruz. Bu zincirin “üretim”e düşen halka paylarındaki toplam 20 birimlik zenginliğine odaklanan bir yatırım anlayışımız var. Stratejik düşünce, işte bu noktada devreye giriyor. Girişimcinin işi eskiden daha kolaydı. Zira üretim, en önemli sorundu. Zira ya “kıt”tı ya da hiç “yok”tu. Ama şimdi dünya, üretim sorununu aşmış durumda. Her alanda kapasite fazlalığı, üretim artığı var. Fakat altın değerinde olan şey bugün artık “fabrika” değil, “müşteri”dir.
27 yılda biriktirdiği 1.5 trilyon YTL’yi, kendi insanına istihdam, yöresine zenginlik ve ülkesine katma değer yaratmak için Beyşehir’e getiren Gurbetçi Nazım beyin de anlayamadığı işte tam olarak budur. Nazım bey, 140 baş hayvanı ile ürettiği günde 600 litre sütü toprağa akıtırken “yetkililerden” bu soruna bir çare bulmasını istiyor. Son derece haklı bir istek. Fakat anlamadığı şu; Yetkililer dediği, zaten ülkeyi yöneten verimsiz yapıların başındakiler ve onların yaklaşımı da Gurbetçi Nazım beyinkinden farklı değil; Üret, gerisi Allah kerim.
Kesinlikle Allah kerim… Fakat Allah, ürettiğini satacak müşteriyi bulma aklını da, sattığından daha çok kazanma becerisini de, toprağa dökülen sütün vebalini de yine aynı “kerem” ile bize bırakmış.
Sütü üretenle sütü dökenin ayırtında da zaten “akıl” yatmıyor mu?