21. yüzyılın teknolojisi kabul edilen biyoteknoloji, son iki aydır kamuoyunda yaşanan ‘Frankeştayn gıda’ tartışmalarının yarattığı bilgi kirliliğinin kurbanı oldu.
Kamuoyunda GDO Yönetmeliği olarak bilinen ve 26 Ekim tarihinde 27388 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” bir anda ülke gündeminin bir numaralı maddesi oldu. Bu tarihten sonra GDO (Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar) konusu pek çok ortamda ve herkes tarafından tartışıldı. Medyanın, açıklayıcı ve uyarıcı bir iletişim stratejisine sahip çıkmaması ve konuyla ilgili mesajlarda siyasi tartışmalar ile popüler yorumlara odaklanması sonucunda bilimsel bilgi ve verilere dayalı bir gıda güvenliği gündemi oluşmadı. Bu nedenle iletilen mesajlar tüketicilerin kafasını karıştırmaktan ileriye gitmedi. Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker bile en sonunda isyan etti: “Domatesten kurbağa çıkarmaya çalışıyorlar. Büyük haksızlık” dedi. Bu bilgi kirliliğinin en önemli kurbanı ise dünyadaki birçok bilim otoritesi tarafından 21. yüzyılın teknolojisi kabul edilen; Türkiye’de de 2000’li yılların başında Devlet Planlama Teşkilatı tarafından Milenyum’un bilimi ve anahtar endüstrisi olarak ilan edilen ve önümüzdeki yıllarda diğer sektörlere göre çok daha fazla gelişme beklendiği kaydedilen ‘Biyoteknoloji’ oldu.
Evet, sağlıktan gıdaya yaşamımızın her alanında kullandığımız bir bilim olan modern biyoteknoloji, GDO tartışmaları arasında deyim yerindeyse ‘güme’ gitti. GDO’ların elde edilmesinde kullanılan modern biyoteknoloji ya da genetik mühendisliği; doğada mevcut mekanizmanın inceliklerini anlayıp, bu bilgiler ışığında ve yine doğadaki bu molekülleri kullanarak yeni ürün ve hizmetler ortaya koyuyor. Bunları yapabilmek için de organik kimya, biyokimya, hücre biyolojisi, genetik, moleküler biyoloji ve toksikoloji gibi temel bilimleri çok iyi kavramak gerekiyor.

Bugünlerde Danıştay 10. ve 13. Daireleri Müşterek Heyeti’nin, 3 Aralık’ta GDO’lu ürünlerle ilgili yönetmeliğin 11. ve 20. maddelerinin yürütmesini durdurmasıyla en başa geri dönülmüş olsa da kamuoyunda GDO’larla ilgili yaratılan bilgi kirliliği halen devam ediyor.
Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu Başkanı Şemsi Kopuz’un da ifade ettiği gibi, GDO’ya ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ demeden önce biyoteknolojiyi anlamak, bilim adamlarıyla konuyu konuşmak ve tüketiciyi bilimin ışığında aydınlatmak gerekiyor. Ayrıca konuyu ideolojik yaklaşımlarla farklı mecralara çekmenin ya da dünyadaki gelişmelere kapalı, statükocu bir anlayış sergilemenin ülkemiz için ortaya ne boyutta büyük ekonomik ve sosyal problemler çıkaracağı da dikkate alınmalı.
Bizde bu noktadan hareketle, konuyu uzmanlarına sorduk. Her önüne gelenin kolayca konuştuğu böylesi zorlu bir konuda sözü yetkin bilim adamlarımıza bıraktık. GDO Yönetmeliğinde başa dönülen ve Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağında son günlere yaklaşıldığı söylenen bu günlerde okurlarımızı, kamuoyunu bilim adamlarımızın gerçeği ile aydınlatmaya çalıştık.
Bilim dışı iddialar
Akredite Toksikolog ve Uluslararası Toksikoloji Birliği Önceki Başkanı Prof. Dr. Ali Esat Karakaya, toplumumuzda bilgi eksikliği olduğunu belirterek “Toplumdaki bilgi eksikliğine örnek olarak Avrupa Birliği ülkelerinde yapılan bir “Eurobarometer” çalışması sonuçları gösterilebilir” diyor. Anketi cevaplayanların % 41’ i geleneksel ürünün DNA içermediğini, buna karşın GDO’nın DNA içerdiğini, % 54’ ü’ ise GDO ‘lu gıda yiyenlerin de genlerinin modifiye olabileceğine inanıyorlar. Karakaya: “İlginç olan bu yanlış bilgilere sahip olanların oranının yıllar içinde azalmayıp aksine artmasıdır. Bu da sağlık konusunda bilim dışı iddialara dayanan propagandanın etkinliğini göstermektedir” diyor. GDO ’ ların insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri konusunda ortaya atılan, allerji, kanser, organ hasarı, üreme sistemi üzerinde etki gibi iddiaların, birer toksisite şekli olduğunu ve doğrudan toksikoloji bilim alana girdiğini belirten Karakaya: “O halde toksikoloji biliminin konuya yaklaşımının bilinmesi iddiaların geçerliliği konusunda yol gösterici olacaktır” diyor.
Karakaya dergimize yaptığı değerlendirmede şu bilgilere yer veriyor: “Toksikolojinin günümüzde ulaştığı bilgi birikimi ve teknolojiye dayanan metodoloji ile bugün ticari olarak kullanılan 4 GDO olan mısır, soya, kanola ve pamuk incelenmiş yine bu metodolojinin bir parçası olan risk analizinden geçirilerek kullanıma sunulmuşlardır. Bu 4 ürün başta Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, Japonya gibi bilimin en ileride olduğu ülkeler de dahil bir çok ülkede karşılıkları olan geleneksel ürünlerle güvenlik yönünden eşdeğer kabul edilerek hiçbir kısıtlama olmadan tüketilmektedirler. Bu noktada Avrupa ülkelerindeki etiket uygulaması ile tüketimin kısıtlanmasının nedeni sorgulanabilir. Bu farklı uygulamanın tek nedeni, kamu yönetiminin, toplumun GDO konusundaki algısı ile gerçek arasındaki fark kapanana kadar kullanımda adeta bir moratoryum uygulamasıdır. Nitekim Avrupa Bilim kuruluşlarının konu hakkındaki bilimsel görüşleri, söz konusu GDO ları bir kısıtlama olmadan kullanılmasına izin veren ülkelerin bilim kuruluşlarının görüşleri ile tamamen aynıdır. GDO konusunda toplumun tepkisi temelde biyoteknoloji konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Buna bir de kullanım öncesi güvenlik testleri, risk analizi süreçleri konusundaki bilgi eksikliği ve bilimsel temele dayanmayan frankeştayn gıda propagandasının etkinliği eklenince konu felaket senaryolarını içeren çeşitli spekülasyonlara açık hale gelmektedir”.
“Fayda varsa kullanılacaktır”
“Kanaatimce asıl tartışılması gerekenin bu ürünleri ülkeye sokalım mı- sokmayalım mı tartışmasından öte, bu ürünleri minimum risk ve maksimum fayda ile nasıl kullanabiliriz olmalı. Zira bu bir teknoloji. Siz yasaklasanız bile son kullanıcı (yani çiftçiler) bundan fayda sağlıyorsa bu teknolojiyi kullanacaktır.” diyor Biyoteknoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Avni Öktem. “Üreticilerinde bulunduğu muhtelif toplantılardan edindiğim intiba, özellikle böcek dirençli pamuk ve mısır başta olmak üzere, üretici kesimin transgenik bitki kullanımına sıcak baktığı yönünde. Zira transgenik üretimde ilaçlama masraflarından kurtulacaklarından üretim maliyetlerin düşeceği belirtilmekte”. Öktem, asıl tehlikenin bu teknolojinin kaçak olarak kullanımından doğabilecek problemler olduğuna dikkat çekiyor. Hâlihazırda dünyada tarım sektöründe kullanılmakta olan GDO’ların yararları ilk elden kullanıcıya yansımasa da bu ürünler daha çok üretici seviyesinde fayda sağlıyor (maliyet düşürüp verimi arttırabiliyor). “Bunun tersine sağlık sektöründe kullanılmakta olan GDO ve ürünler direk olarak kullanıcıya yansımakta. Ayrıca konu sağlık olduğunda ve bir ürün tedavi amaçlı kullanılıyorsa kamuoyunun bu tip ürünleri kabullenmesi her zaman daha kolay oluyor” diyor Prof. Dr. Öktem. Aslında halen uygulamada olan ve/veya yakın bir gelecekte uygulamaya girecek olan (yenilebilir aşılar, vitamince -A, E, C vitaminleri – zenginleştirilmiş gıdalar gibi) bazı transgenik bitki uygulamalarının direkt olarak tüketiciye hitap edeceğini söylüyor.

İronik bir durum
Türkiye Veteriner Hekimler Birliği Başkanı Dr. Mehmet ALKAN; “Kucağımızda bulduğumuz sahipsiz çocuk” olarak niteliyor GDO’yu. “Aslında sorunu sadece GDO’lar olarak ele almak yerine tüm biyoteknolojik faaliyetler olarak ele almak, fotoğrafın tümünü görmek bakımından daha yararlı olacaktır” diyor. Geleneksel olarak biyoteknolojik yöntemlerin yüzyıllardan beri bazı maya ve bakteriler, fermente et ve süt ürünlerinin, ekmek ve biranın yapımında kullanılmakta olduğunu belirten Alkan’a göre Biyoteknolojik yöntemler kullanılarak, genetik mühendislerinin 1967 yılında Lenope patatesi üretmeleri ile başlayan süreçte birkaç ana ürün ve onlardan hazırlanan yüzlerce gıda maddesini bulan, geliştiren, ticaretini yapan başta ABD olmak üzere sınırlı sayıda ülke dışında hala tüm ülkeler bu konunun sadece pazarı konumunda. “Burada ironik olan durum; yüzyıllar öncesinden Orta Asya da yaşayan atalarımızın yoğurt, kımız, kefir, pastırma, fermente sucuk gibi ilk ampirik biyoteknolojik ürünleri bulmalarına karşılık, bugün bizim ulus olarak, yaratan, bulan, geliştiren değil, bırakın pazar olmayı, bu ürünlerin zararlarından nasıl kurtulacağız diye mevzuat geliştirmek konusunda düştüğümüz çaresizliktir” diyor.
Asıl sorun
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Çetiner, modern biyoteknolojiyle ilgili tartışmalar için: “Biyoteknoloji karşıtlarının yazdıklarını her okuyuşumda bir kez daha görüyorum ki bu arkadaşlar ya tarımdan ve çiftçilikten hiç anlamıyorlar ya da kendi ideolojik görüşlerini ve pozisyonlarını korumak için bilinçli olarak tarımın bir dizi asıl sorununu görmezden geliyorlar” değerlendirmesini yapıyor.
Çetiner’e göre biyoteknolojik yöntemlerin sağlık alanında kullanılması pek tepki almazken, özellikle Avrupa Birliği ve bazı gelişmekte olan ülkelerde transgenik bitkilerin insan sağlığı ve çevre üzerine olası olumsuz etkileri tartışma konusu oluyor. “Bunların bilimsel temelli tartışmalardan ziyade ideolojik, duygusal, kişisel, ve ekonomik tercihler ağırlıklı olduğu yadsınamaz” diyor ve ekliyor: “İnsan sormadan edemiyor: Dünyada katlanarak artan ve 2008 de 125 milyon hektara ulaşan GDO’lu ürünleri üreten milyonlarca çiftçi ve onların çiftçi birlikleri, çevre ve insan sağlığına bu kadar duyarsız olabilir mi? ABD’deki, Kanada’daki, İspanya’daki, Arjantin’deki çiftçiler hiç mi hesap kitap bilmiyorlar? Brezilya’nın biyoçeşitliliği Türkiye’ninkinden daha mı az?”.
“Ar-Ge desteklenmeli”
Türkiye Diyetisyenler Derneği Başkanı Prof. Dr. Yasemin Beyhan, “Halk sağlığının korunmasında gıdaların besin değerlerinin artırılması, allerjenliğin azaltılması ve daha verimli yiyecek üretimi gibi yararları nedeniyle biyo-teknolojiden yararlanılmalıdır” diyor. Ancak olası ve/veya bu ürünlerin uzun süreli kullanımından kaynaklanabilecek sorunların bilinmemesi nedeniyle; GDO’lu besinlerin insan sağlığı açısından potansiyel olumsuz etkilerinin iyi incelenmesi ve izlenmesi gerektiğini de sözlerine ekliyor. Beyhan, “Gıda üretiminde modern teknolojilerin gerçekten faydalı bir yol sunup sunmadığının enine boyuna değerlendirmesi yapılmalı, bu değerlendirmeler, yalnızca insan sağlığı ya da çevrenin korunmasını dikkate alan tek bir açıdan değil, çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşımla yapılmalıdır. Ülkemizde Biyoteknoloji konusunda Ar-Ge çalışmaları da desteklenmelidir.” diyor.

Biyoteknolojiye öncelik yok
Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar Kemal Erdem, Türkiye’de biyoteknolojik araştırmalar konusunda ne devletin ne de özel sektörün bir araştırma önceliği olmadığına dikkat çekiyor. Biyoteknoloji konusunun bilimsel ve teknolojik araştırmalar ve araştırma destekleri açısından geri planlarda tutulduğunu belirtiyor.
Erdem, ISI Web of Knowledge veri tabanında Scince Citation Index (expanded) kapsamında 2009 Kasım ayında yapılan taramada; “transgenik” başlığı altında, tüm dünyada ve tüm yılları kapsamak üzere 100.000’in üzerinde üst düzeyde bilimsel yayın saptandığını söylüyor. Tarama sonuçlarına göre bu yayınların son 100.000’i değerlendirildiğinde; %75’inin araştırma makalesi, %10’nun derleme olduğu görülüyor. Bu başlık altındaki yayınların %50’si A.B.D., %10’u Japonya, %9’u Almanya, %7’si İngiltere adresli. Bu konudaki Türkiye adresli ve/veya Türk araştırmacıların yazarları arasında yer aldığı yayın sayısının oranı ise %0.15 (122’si 2002’den sonra yayınlanmış; bunların 16’sı TÜBİTAK, 11’i Ankara, 11’i Çukurova, 11’i Hacettepe ve 10 tanesi de Sabancı Üniversitesi adresli). Transgenik gıdalar konusunda, dünyada %70’i araştırma makalesi olmak üzere toplam 2021 tane yayın olduğu görülmüş. Bunların %37’si A.B.D., %9’u Almanya, %8’i Japonya, %8’i İngiltere adresli. Türkiye’den bu konuda sadece 2006 yılına ait 3 araştırma makalesi var. Tarama sadece GDO olarak gerçekleştirildiğinde ise 1158 yayın olduğu bunun da sadece 389’unun gıda konusunda olduğu saptanmış. GDO-gıda konusundaki yayınların %16’sı İtalya, %12’si A.B.D., %11’i Fransa, %11’i Almanya adresli. Yine Türkiye adresli sadece 1 araştırma makalesi yer alıyor.
Prof. Dr. Erdem; “Bu verilerin ışığında görülmektedir ki; dünyada GDO konusunda ipi göğüsleyen ülkeler bilimsel araştırmalarını bu konuya kanalize etmiş olanlardır. Türkiye’de bu konunun, yerel destekler ile araştırma gündeminde olmayan ve yurtdışı olanaklarından yararlanarak bu konuda uzmanlaşma şansı olmayan bilim adamlarından oluşan bir bilimsel kurulun hangi düzenlemede akılcı önermelerde bulunacağı beklenebilir, tartışmalıdır. Sınırlı sayıda var olan uzman ve bağımsız bilim adamının yer almadığı ya da görüşünün alınmadığı medyatik GDO tartışmaları, ilgili-ilgisiz/bilgisiz herkesin görüş bildirdiği bir ortam yaratarak, bu kaotik durumu sağlamıştır” diyor.